
Sevginin Gölgesinde Kalan Yaralar
Sevgiyi yeniden inşa etmek mümkün mü?
Zaman gerçekten de tuhaf bir kavram, değil mi? 10 saniye, bazen bir ömür kadar uzun, bazen de göz açıp kapayıncaya kadar kısa gelebiliyor. Peki, neden böyle hissediyoruz? Hiç düşündünüz mü?
Aslında her şey göreceli. Zamanın akışını nasıl algıladığımız, tamamen nereden baktığımıza, olaylara ve durumlara yüklediğimiz anlama bağlı. Aslında değişen zaman değil; değişen, bizim ona yüklediğimiz duygular ve düşünceler. Albert Einstein’ın izafiyet teorisi tam da bu noktaya ışık tutuyor. Hani demiş ya:
“Elinizi bir dakika fırına sokun, bu size bir saat gibi gelir. Güzel bir kadınla bir saat vakit geçirin, bu size bir dakika gibi gelir.”
Tabii, Albert dedemizin bu sözleri gerçekten söyleyip söylemediği tartışılır; ama söylediyse de fena bir çıkarım yapmamış, değil mi? Tabii ki kimse elini fırına sokmasın; bu sadece bir metafor.!
Gelelim bizim zamandan ne beklediğimize..
Bazen “Keşke zaman çabuk geçse” diye iç geçiriyoruz, bazen de “Bir 5 dakika daha lütfen” diyerek zamanı durdurmaya çalışıyoruz. Ne garip, değil mi? Sürekli değişen bu isteklerimiz aslında nasıl bir ruh hali içinde olduğumuzu da ele veriyor.
Sevgiliye giden yolda o heyecanla zamanın bir türlü geçmemesi.. Çok eğlendiğiniz bir tatilin göz açıp kapayıncaya kadar bitmesi… Ya da sıkıcı bir toplantıda sanki saatlerin durmuş gibi hissettirmesi.. Hepimiz bu örnekleri hayatımızda yaşıyoruz.. Ama fark ettiğiniz gibi, geçen bir saat ne bana, ne size, ne de başkasına daha kısa ya da daha uzun. Hep 60 dakika. Fark, bizim onu nasıl yaşadığımızda..
Geleceğe o kadar odaklanıyoruz ki bugünü, şu anı ıskalıyoruz. Halbuki gerçek olan, şu an. Bugün elimizden kayıp giderken fark edemediğimiz şey, aslında asıl sahip olduğumuz tek şeyin “şimdi” olduğu.
Zamanı yönetmek değil, zamanı hissetmek belki de asıl mesele. Çünkü sonunda hepimiz aynı şeyi söylemiyor muyuz? “Zaman nasıl da geçti, anlamadım bile.”